Klasik bir giriş olacak ama; gazetecilik nedir diye bir soru geldi aklıma öncelikle. Çok çeşitli tanımlar var; haberi aktarmaktır, haberi olduğu gibi aktarmaktır, haberi sebep ve sonucuyla aktarmaktır, haberi yorumla bir kıvam haline getirip muhatapların düzeylerine göre bir şekil verip servise hazır hale sokmaktır, yorumsuz haberi muhataplarına ulaştırmaktır,… fakat Ahmet Altana göre gazetecilik ‘’ yüzde doksan dokuzu alçaklık ve korkaklık, yüzde birisi de dürüstlük ve cesaret olan bir meslektir ki o yüzde birlik kısmıyla dünyayı da hayatı da değiştirmekte büyük rol oynar. ‘’
gazetecilik mesleği, cesaret… veya korkaklık
Bununla ilgili de Sacco ve Vanzetti örneğini verir Altan, ki bu ikisi de 1927’de idam edilen iki İtalyan anarşistiydi malumunuz ve bunların suçları hiçbir zaman belli olmadı. (Ayrıntılar için internetten Sacco ile Vanzetti davası diye arama yapılabilir.) Özetle iki göçmendir bunlar, italyalıdırlar ve Amerika’ya göç ederler.
Sacco ve Vanzetti umuda yolculuk düşüncesiyle yollara düşmüşlerdi fakat hak ve hukuk daha doğrusu işçi haklarındaki tutumları ve sivil örgütleşmeleri sebebiyle tutuklanmaya ve oradan idama gidecek yola girmişlerdi. Birleşimin adı ‘’Kolektif’’ di. 9 Mayıs 1920 de tutuklandılar, önce bildiri ve silahla suçlandılar ardından suçlama soygun ve iki kişinin katili olmaya çevrildi. Davaları 7 sene sürdü, davaya bakan hakim bu iki kişiye‘’ iki aşağılık anarşist ‘’ adını koydu. Gösterilerde bu ikilinin serbest kalması istenir, dünyaya yayılır gösteriler… Mussolini mektup yazar, Albert Einstein, Bernard Shaw, Gioavannitti ve Bertranda Russel kampanya başlatırlar. Fakat herşeye rağmen 23 Ağustos 1927 tarihinde elektrikli sandalylerde 7 dakika arayla idam edilirler. Sonradan aklanırlar, hatta filmleri yapılır.
‘’ yüzde doksan dokuzu alçaklık ve korkaklık, yüzde birisi de dürüstlük ve cesaret olan bir meslektir ki o yüzde birlik kısmıyla dünyayı da hayatı da değiştirmekte büyük rol oynar. ‘’
Ahmet Altan’a göre konunun can alıcı noktası bu iki kişiyi basın dezaonfarmasyonunun ve ona inanan amerika halkının idama götürdüğüdür, ki bununla ilgili şöyle der ‘’ Sacco ile Vanzetti yakalandıktan bir yıl sonra 1922’de Saturday Evening Post’ta Kenneth Roberts, “açlık sınırında yaşayan çok sayıda insan Amerika’ya gelip düşük ücretlerle çalışıyor. Para biriktirmek kararlılığıyla pislik ve karanlık içinde yaşıyorlar. Amerikan işçilerinin düzgün bir hayat sürmelerini sağlayacak paraların bir parçasını alıyorlar. Bu, Amerika’da hayat standardını düşürüyor” diye yazmıştı. Ve, bu inanç Amerikan kamuoyu tarafından benimseniyordu. Eğer böylesine bir kamuoyu oluşmasa o iki İtalyanı elektrikli sandalyeye o kadar kolay oturtamazlardı. ‘’
Mesela; Alman Reichtag yangını, Hitlerin diktatörlüğünün de başlangıçı sayılacak olaylardan. Alman halkı Meclis’i komunistlerin yaktığına inanmıştır, basın inandırmıştır. Sonrası malum. Ayrıca, Fransa’dan Yüzbaşı Dreyfus örneği Yahudi Yüzbaşı Dreyfus. Alman casusu olmakla suçlanmıştı ama casuslukla alakası yoktu. Bile bile mahkum ettiler sırf o sırada Fransa’daki Yahudi düşmanlığından yararlanarak.Yahudi düşmanlığı nasıl topluma yayılmıştı peki, kim yaymıştı bu düşmanlığı?…. ve dahası.
üç Engel
Bir girişten sonra; bir gazetecenin, haber yapma-paylaşma işinde önüne 3 engel çıktığı gerçeğiyle devam edebiliriz; devlet, gazete sahibi ve gazete okurları tabii bir de subjektif haliyle vicdan var ama şimdilik bu konumuz dışında. Haber yaparken etkileşim olarak bu üç olgudan hiçbirini seçmemesi gazeteceyi belki de en kaliteli kılan taraf olacaktır ama, ama doğaldır ki madde ve/veya bir isim olarak hayatını devam ettirmesi de bu üç şeye bağlı. Devletlerin imkanlarını ellerinde tutan; ant-i demokratik veya en azından yarı demokrat ve hatta demokrat diye tanımlanan tam seküler-özgürlükçü devletlerin erkleri ve bu erkleri oluşturan grup veya gruplar çoğunluk olarak haberlere hükmetmek isterler. Devletin organları, (üstte tanımı verilen) bu imkanlarını devam ettirmek ve halk nezdinde itibarlarını devam ettirmek için gazeteleri – veya her ne varsa basın yayın adına – kendi menfaatleri adına kullandıklarını zaten biliyoruz. Bundan, doğaldır ki gazete patronları da paylarına düşeni almışlardır, yalan haberin veya yalancılığın peynir ekmek’ten daha fazla tüketildiği mesela Türkiye ve benzeri özellikle Orta-Asya ve Ortadoğu ülkelerinde bir gazete patronunun Devletin istek ve dayatmalarına direnmesi neredeyse imkansızdır. Uzağa gitmeye gerek yok, Aydın Doğan örneği hatırlanabilir. 1.1 milyar tl’ye fit olan Doğan, hala 10’da bir ödemesini dahi aldığı meçhul, tek kelime beyanatı bu konuyla ilgili şu güne kadar yok. 10’larca gazete 20 den fazla medya kuruluşunun bir zamanlar ki sahibinden bahsediyoruz.
Konu özelde Türkiye medyası ve gazeteciliği olduğundan konuyu daha spesifik hale getirmemiz gerekiyor. Türkiye genelinde basın yayının tel tel dökülen özellikle son 5-10 yıllık daha özelde son 2 yıl 10 aylık halini anlamak kolay, fakat anlatmak ve konuyu enine boyuna tüm verileriyle ele almak çok zor. Fakat yine ulaşabildiğim kadarıyla bir derleme yapmaya çalıştım.
Türkiye Özelinde Nefret Suçu – ve Toplumsal Suçlar
Aklı selim sahibi hiç kimse şu an Türkiye’deki, gerek kağıt yoluyla, gerek televizyonla ve gerekse internet kanallarından akan gazetecilikten memnun değil. Yanlış anlaşılmasın; menfaat zincirleriyle boyunlarından bağlı yığınlardan bahsetmiyorum, gazetecilik dendiğinde evrensel olarak ne anlaşılması gerekiyorsa onu bekleyen toplulukları kastediyorum. 5 yıllık bir planda 193 yeni cezaevi müjdesi veren ve bunu müjde olarak algılayan bir toplumdan bahsediyorum, (27 mart 2019 tarihli haber) . Türkiye toplumu çok sıkıntılı ve belki de hiç olmadık kadar bunalımlı zamanlar yaşıyor. Ve hakim olan güç ve/veya güçler bunların hiç birinin paylaşılmasını ve tartışılmasını istemiyor. Neler olabilir bunlar;
Ekonomik verilerin sürekli kötüye gidişi ve alım gücünün her gün zayıflaması; Emin Çölaşanın 14 Nisan 2019 tarihli yazısında ‘’ Hayatımda ilk kez dilimli karpuz olayına tanıklık ediyordum. Sordum satış görevlilerine bunun nedenini…“Abi dilimli karpuzu bırak, insanlar artık taneyle patates soğan alıyor, 100 gram biber alıyor. Alım gücü dibe vurdu…” Böylece dilimli karpuz dönemine geçmiş olduk. ‘’ sadece bir örnek veriyor.
Alım gücünün günden güne erimesi bir devleti vezirken rezil hale getirecekken, bizim ülkemizde bu konu devlet-hükümet açısından tam bir beka fırsatı haline getirilmekte. Daha açık yazayım; Türkiye’de yoksulluk envanterine kayıtlı olanların sayısının nüfusun yüzde 39.5’ine ulaştığını ve her 10 kişiden 4’ünün yoksul olduğunu bilmeniz gerekiyor ve 10 milyon 610 bin 928 kişi sosyal yardımla geçiniyor ki bu konu gelişen bir ülke için felaket sebebi olabilecekken, bizde devleti kutsamanın ve devlete itaat etmek için daha bir sevinç sebebi olabilmektedir. Burada yığınların duyarsızlığına asıl dayanak, sözde devlet milletine sahip çıkmaktadır diye düşünülmesi ve bundan da ciddi sayıda bir topluluğun memnun olması. Ayrıca 2018 yılı Türkiye’de belirli yoksul sayısı 35 milyondur. Öte yandan; ülkenin en büyük havalimanlarında 250 bin dolar karşılığı Türk vatandaşlığı verileceği reklamları dönmekte hem de daha garibi reklam da Türk pasaportu resmi reklam teşviki olarak dönmekte. Bu da gelmekte olan büyük krizin verileri sınıfına eklenebilir.
Devletin; mezhepsel, ırksal, inançsal, cinsel tercih, cinsiyet, dünya ve siyasi görüş farklılıkların düşman unsur haline getirmesi ve fikir suçları;… aynı evin içinde dahi birbirinden nefret eden insanları oluşturması, ve bunun tartışılmasının devlet’e karşı çıkmakmış gibi algı oluşturulması, halkın da bu absürtlüğü hayatının en önemli meselesi haline getirmesi, ve doğaldır ki komple bir milletin dünyadan kopması. F ciler, B ciler, C ciler, Chp’liler, Cemaatciler, Din düşmanları, Laikçiler, Atatürkçüler, Atatürk düşmanlığı, Tc ibaresi düşmanlığı, kendine göre açık giyindiğini düşündüğü kadınların düşmanlığı, akşam vakti yanlız yürüyen kadınlara düşmanlık, 15 Temmuzun tertibinden şüphe duyanlara düşmanlık, bir Din’i benimsemeyenlere veya farklı dinleri benimseyenlere düşmanlık, Cumhurbaşkanına ve ekibine karşı bir şey söylemek arzu edenlere düşmanlık, Devleti Tanrı kabul etmeyip devlet olarak kabul etmek isteyenlere düşmanlık, halkların kardeşliğine inananlara ve barışı isteyenlere düşmanlık, kendi partisinden olmayıp diğer siyasal partilerin kâffesine ve mensuplarına düşmanlık, Osmanlıyı kutsamayanlara karşı düşmanlık, ekonomik kriz var sanki ve bu devletin (veya hükümetin) sorumluluğu diyenlere düşmanlık, hükümet eleştirilir ama devlet asla düşüncesine katılmayanlara düşmanlık, Alevilere düşmanlık, Kürtlere düşmanlık, Ermenilere düşmanlık, Hıristiyanlara ve Yahudilere düşmanlık, dış güçlere; bazen Rusya bazen Amerika bazen Almanya çoğunlukla İsraile çok nadiren de Yeni Zelanda’ya düşmanlık, iki kişinin açık havada halkın içinde birbirlerine sarılmalarına düşmanlık, … düşmanlık. Say say bitmiyor, bitmez de. Mesela bir vehamet örneği; AYM, “Çocuklar ölmesin” dediği için “örgüt propagandası” suçlamasıyla mahkum edilen Ayşe Öğretmenin başvurusunu görüşecek zaman bulamadı, erteleme süresi doldu ve Ayşe Çelik tekrar hapse girdi ve tekrar geçen hafta dışarı çıktı, çıkar çıkmaz yaptığı açıklama ülkenin geldiği dip noktayı göstermesi adına çok manidar; kaldığı koğuşta 43 yetişkin 8 çocuk olduğunu ifade eden Ayşe Öğretmen, 6 çocuğun henüz yeni doğmuş 0-1 yaş aralığında olduğuna dikkat çekti. “Onları görünce canımdan can gitti.” diyen Ayşe Çelik, “Kızımı unutup, cezaevindeki bebeklere kahroldum. Hiçbir çocuğun yeri cezaevi olmamalı. 12 kişilik koğuşta 51 can ne demek…” “Her ranzayı iki kişi kullanıyorlardı. Geride kalanlar ise çoluk çocuk yerde yatıyorduk.” “Hijyenden uzak tuvaletin, banyonun olduğu yerde uyumak zorundaydık. Tuvalete giderken insanların yataklarına basmak zorundaydık. Özellikle karanlıkta bir bebeğe zarar vermemek adına yataktan çıkmıyordum. İlk gece kadınların hayat hikâyelerini dinledim etkisinden günlerce çıkamadım.” “Özgürlüğümün tadını ancak 700’ü aşkın kimsenin bilmediği zindanda olan Deran bebeklerin ve annelerinin özgürlüklerine kavuşmasını öğrendiğimde yaşayacağım.’’
Cezaevleri dolup taşmakta, hergün kitle kitle insanların cezaevlerine hem de sağlıksız şartlarda doldurulmasına toplum sadece seyirci ve sessiz kalmakta. Mesela Selahattin Demirtaşın neden içeride olduğuna dair aklı selim sahibi kimsenin fikri yok. Bu konuyu ayrıca bir madde olarak ele alacağım.
Toplumsal suçların delicesine artması; son birkaç yılda sadece okullardan atılma kişi sayısı 1 milyonu geçmiş bir yerden bahsediyoruz. Sadece çocuklar özelinden alalım; Türkiye’de çocuk istismarıyla ilgili dava sayısı, son 10 yılda 3 kat artarak yıllık yaklaşık 20 binli rakamlara ulaşmış durumdadır. Çocuğun cinsel istismarında Türkiye dünya listesinde ön sıralardadır. Güvenlik birimlerine 2016 yılında gelen veya getirilen 333 bin 435 çocuğun % 47.5’i mağdur olarak gelmiş ya da getirilmiştir. Bu çerçevede mağdur olarak kabul edilen 139 bin 178 çocuğun % 12.1’i cinsel suçların mağduru olmuştur. Diğer deyişle 2016 yılında 17 bin kişiye yakın çocuk cinsel suçların mağduru olarak kayıtlara girmiştir. Sabrınıza güvenerek istatistikleri bu konuyla ilgili biraz daha açayım; Türkiye’de cinsel suçların yaklaşık %50’si çocuklara karşı işlenmektedir ve bunun %66’sı da çocukların tanıdığı akraba veya komşuları tarafından işlenmektedir. Mağdur çocuklarda erkek çocukları %10-15, kız çocuklarıysa %85-90 civarıdır. Çocukların cinsel istismar suçunun, TCK uyarınca açılan tüm davalar içindeki oranı ise %0.7’dir, ki bu noktada mahkemelerin aldığı tartışmalı kararları konuşmuyorum bile, çünkü Adalet kantarının artık ayarının bozulması doğaldır ki alınan kararların ne kadar sağlıklı olduğunu da düşündürür hale getirmiştir. Örneğin yaşanan bir hadisede 72 yaşındaki kişinin 9 yaşındaki çocuğu cinsel istismara maruz bırakması sebebiyle açılan davada mahkeme, sanık hakkında “sanığın duruşmalardaki iyi hali, yaşı, samimi anlatımı” gibi gerekçelerle tutuksuz yargılama kararı vermiştir.
Gasp, adam kaçırma, sadece son 2,5 yıl içinde aynı marka ve model arabayla hem de şehir merkezlerinden en az 20 kişi kaçırılmış ve yetkililerden hatta işin birinci derece muhatabı içişleri bakanlığından bir minik açıklama dahi gelmemiştir. Gelmeyecek de… Devletin daha üstleriyse, ülkede belediyecilik ve seçim sonuçlarının irdelenmesi gibi hayati ! bir konu olduğundan bu konu ve konularla ilgilenmeleri şimdilik hayal. Konuyu daha ayrıntılarıyla HDP milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu özelinde daha net takip edilebilir. Öte yandan Suriyeli mültecilere karşı ülkemizde işlenen ayrımcılık; nefret, aşağılama, küçük görme ve ötekileştirme gibi insanlık suçu sayılabilecek fillerin henüz istatistikleri çıkmasa da şimdi popülaritesi iyice artan bazı amatör youtube kanallarından ve mikrofon tutulan insanlardan bunu anlamamak imkansız.
Sefalet ve Basın özgürlüğü
Hukuksuzluk, adaletsizlik , adam kayırma, insan hakları ihlali ve işkence; artık atanmışın da seçilmişin de liyakate göre değil de kartvizit, azami menfaatlerde ortak duyguları taşıyanlar arasında bölüşülüp makamlara getiridiğini gizli saklı değil, artık ayan beyan duyuyoruz. 12.caddedeki parti merkezinden kart getirmediği için mülakatta ‘’ yalancı karnıyarık nasıl yapılır ‘’ ı soran ve bilemeyen kişiyi eleyen irade ve hakim güçle, 45 saniyede mülakat yaparak 113 kişinin; ki bunlar parti il, ilçe başkanları ile kadın kolları yöneticisi avukatların hakim ve savcı olarak atanmasını jet hızıyla kabul eden de aynı irade ve hakim güç (habarden alıntı). İş böyle olunca; sadece hukuk alanında garabet ve haksızlıklar yaşanması domino etkisiyle başka her ne kurum varsa ve o kurumlara muhtaç her kim varsa tabiidir ki bu sefillikten payını alıyor. Söylemeden geçemeyiz; Bloomberg 2019 son açıklamasında dünyanın en sefil 10 ülkesi arasında Türkiye’yi de ekledi. Ayrıca Economic intelligence Unit’e göre 2018’in dünyanın en sefil 4.cü ülkesiyiz. Neredeyse hiç bir aile yok ki, ailesinden bir veya daha fazla daha kişinin mahkemeyle, cezaeviyle, koğuşturmayla veya ansızın yapılan ev baskınlarıyla işi olmasın. Konuyu gazetecilik özelinde ele aldığımızda rakamlar korkunç. 3 Mayıs 2018 itibariyle Türkiye’de cezaevinde olan gazeteci sayısı 261 kişi (bu rakam bu saat itibariyle 319) ve yakalanmamak için kaçan gazeteci sayısı 253 kişi, bu rakam 12 Eylül darbesinde 31’dir. Avrupa Konseyi, yayınladığı rapora göre ise rakamlarda farklılık olsa da tablo farklı değil. 12 Şubat 2019 tarihli rapora göre; 2018 yılı sonu itibarıyla 110’u Türkiye’de olmak üzere 130 (142) gazetecinin cezaevinde bulunduğuna dikkat çekildi, “Türkiye gazeteciler için dünya çapındaki en büyük hapishane.” değerlendirmesine yer verildi. Ahmet Altan neden hapishanede, Nazlı ılıcak mesela, veya Mehmet baransu, Bülent utku, Emre iper, Güray öz, Musa kart, veya Ali Ünal… neden hapishanede olduklarına dair elle tutulur, dişe dokunur, uluslarası suç kapsamında değerlendirilebilecek hangi fiili suçu işlediklerini veya kimi hangi yönde azmettirdiklerini kimse bilmiyor, daha da vahimi bilmek de istemiyor. Türk insanının nezdinde; işlenen suçların varlığından daha çok, devletin kutsiyeti esasından yola çıkarak, devlet muhakkak haklıdır ve bu devletin muhakkak bir bildiği vardır safsatasıyla hareket edilince, mağdur ve mazlumun çıkardığı ses, buzdolabının çıkardığı sesten daha önemsizdir.
Basın duayeni 96 yaşındaki gazeteci Hıfzı Topuz; ‘’ Basın özgürlüğü diye bir şey kalmadı. Yavaş yavaş bu duruma geldik. Arkadaşım Recep Yaşar ile bir çalışma yapıyoruz, korkunç bir tablo ortaya çıkıyor. Bütün dünyanın gözü bize çevrilmiş durumda. Basın özgürlüğü ne oluyor? Adım adım takip ediyorlar, hapse kaç gazeteci girdi? Geçenlerde yine Cumhuriyet’ten 6 kişi hapse girdi. Bunlar neden hapse giriyor? Anlatamıyoruz.”.
İstatistikler bitmiyor Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’ne (RSF) göre şu an 180 ülke arasında basın özgürlüğünde 157. sırada bulunan Türkiye 2018’deki durumunu ve sıralamasını aynen devam ettiriyor. Uluslararası Basın Enstitüsü’nün hazırladığı rapora göre 15 Temmuz 2016’dan beri kapatılan medya kuruluşu ve basımevi sayısı 170’e ulaşırken (ki bu rakam gercekte 189), aynı kuruluş ayrıca Türkiye hükümetinin medyanın yaklaşık yüzde 95’ini etkisi altına aldığını da raporladı. Siz böyle bir ortamda gazetecilik veya habercilik yapabilir misiniz, veya yapsanız ismi gazetecilik olur mu. Yeni tabiriyle ‘’ yandaş gazeteci ‘’ olursunuz. Olmamayı tercih ederseniz Cumhuriyet ve zaman gazetelerinin (gazeteci sayısı bu ikisinde çok yüksek olduğu için tercih ettim) çalışanlarının düstüğü akıbete düçar olursunuz; son örnek Cumhuriyet Gazetesi çalışanlarının “üye olmamakla birlikte terör örgütüne yardım” suçlamasıyla yargılandığı ve 14 çalışanının 7 yıl 6 aya varan hapis cezalarına çarptırıldığı duruşma olmuş, 8 isim tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmıştı. Geçtiğimiz hafta hapis cezaları onanan 7 gazeteci yeniden cezaevine girdi. Aralarında karikatürist Musa Kart ve köşe yazarı Kadri Gürsel’İn de bulunduğu 8 isim şimdi tekrar hapiste. Bu tip kararlar Türkiye’de ve uluslararası düzeyde tepki çekmeye devam ediyor. Ayrıca RSF endeksinde son 12 yılda toplam 56 basamak düşüş yaşayan Türkiye, ABD merkezli düşünce kuruluşu Freedom House’un 2019 raporuna göre de bir kez daha geriledi ve puanı 31’e düştü ve ‘Basının özgür olmadığı ülkeler’ arasında yer almaya devam eden Türkiye’de “adil ve şeffaf seçimler için gerekli ortamın oluşmasının iyice zorlaştığı kaydedildi.
Yavaş yavaş bu duruma geldik. Arkadaşım Recep Yaşar ile bir çalışma yapıyoruz, korkunç bir tablo ortaya çıkıyor. Bütün dünyanın gözü bize çevrilmiş durumda. Basın özgürlüğü ne oluyor? Adım adım takip ediyorlar,
Yalan-cılık
Tam bu noktada, insanı aciz ve savunmasız bırakacak bir sorun daha karşımıza çıkıyor. Yalan… Ülke tam bir yalan cehennemine döndü diyebiliriz. İnsanlık özelinde, insana ait olmayan ve insanı en çok kirleten şey yalandır bence. Yalan söylediğiniz kadar, üzerinizde taşıdığınız insanlık elbisesiyle o kadar çelişiyorsunuz demektir. Bir de bunu kitlelerin, toplulukların hatta sosyal medya ve basın-yayın araçlarıyla topyekün kullanıldığını düşünün ve sonuçlarını, şöyle kestirmeden düşünmeye çalışın. Mesela; Oxford Üniversitesi Reuters Enstitüsü’nün yaptığı araştırmaya göre Türkiye, dezenformasyon ve sahte haberin en çok görüldüğü ülke. Bunu araştırmanın sonucunu gösteren aşağıdaki grafiklerden okuyabilirsiniz. Buna göre Türkiye en çok sahte haberle, bir diğer deyişle en çok “uydurma” haber ile karşılaşan ülke (%49). Almanya’da bu oran sadece yüzde 9.
Medyaya güvensizlik oranları ise yüzde 50’lileri geçiyor. Teyit.org isminde bir araştırma sitesinin verilerine göre; iki yılda çoğunluğu siyasi içerikli 527 sahte haber tespit etti. Bu haberlerden bazıları ciddi sonuçlara neden oldu. Dikkat edin bazılarının sonucu vahim olmuş, tabii kimsenin umurunda değil, daha bitmedi, Reuters’ın raporuna göre Türkiye’de medya haberlerine güvenenlerin oranı yüzde 38 ile sınırlı. Evrensel ahlaki değerlerin yerlerde sürüm sürüm olduğu bir ortamda, siz, bilimden uzak yetişen gençlerin ve/veya cahillerin durumunu ve ülkeye bunların nasıl bir zararı olacağını hesap edin.
15 Temmuz tarihinden bu yana ki insani hak ve hukukun işleyişine dair rakamlara göz atalım bir de; Devletin çeşitli kademelerinde çalışanlar da dahil 170 bine yakın insan, işini kaybetti, 81.417 kişi gözaltına alındı, 500.650 kişi bir şekilde soruşturma geçirdi veya geçiriyor. 15 temmuzdan sonra birkaç ay içinde 40 bin kişi gözaltına alındı, sadece Akademisyen Nuriye Gülmen 13 kez gözaltına alındı, milyonlarca insan fişlendi, 96.885 kişi tutuklandı, 3003 adet okul, yurt ve üniversite kapatıldı, sonra el kondu, 19 bin 828 akademisyen ya kadro hakkını kaybetti, ya ihraç edildi ya da çalıştığı üniversite kapatıldığı için işsiz kaldı, 4463 savcı, hâkim ve yargıç işini kaybetti, 189 medya kuruluşu kapatıldı, 319 gazeteci tutuklandı, binlerce şirket, holding ve özel kuruluşa el kondu, 61 kişi işkence sonucu hayatını kaybetti. 17.844 asker hapse atıldı, rütbeliler dahil, 34.288 öğretmen, 7249 doktor hemşire, 33.417 polis… müebbet almış askeri öğrenciler o ayrı bir tez konusu. Herşey bir kenara, dış dünyaya ait hiç bir fikri olmayan 149 u 1 yaşından küçük toplamda 668 bebek cezaevinde hayat sürmektedir. Tekrar basın’ a dönelim; 15 Temmuz tarihinden bu yana 116 basın-yayın kuruluşu kapatıldı, Bunlardan altısı haber ajansı, 18’i televizyon, 22’si radyo, 50’si gazete, 20’si de dergi. Bu bizim rakamlarımız ama olayı dış dünya da görüyor; Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI), Türkiye’deki basın özgürlüğüne ilişkin raporuna göre toplamda kapatılan basın-yayın kuruluşu 170. Ahmet Altan 956 gündür, Nazlı Ilıcak 1007 gündür, ve daha birçok gazeteci belirsiz tutuklama halleriyle içerideler. Peki bir şekilde dışarı çıkanların hali farklı mı; çıkanların kitap yazmaları, bir yerde işe başlamaları, haber üretmeleri, hatta dahası herhangi bir yayınevinde kitaplarının satılmaları dahil engelleniyor.
Devam edelim; daha 1 hafta kadar önce açıklanan Avrupa Konseyi raporuna göre, 1959 ve 2018 yılları arasında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) ifade ve düşünce özgürlüğünün korunmasıyla ilgili 10. maddesini ihlalden toplam 777 mahkumiyet kararı çıktı. Bu mahkumiyet kararlarından 321 dava Türkiye’ye ile ilgili. AİHM, 2018 yılında AİHS’nin 10. maddesinin ihlaliyle ilgili verdiği mahkumiyet kararlarının yüzde 40’ı da yine Türkiye’ye ait. Say say bitmiyor… maalesef acınacak halimize, cehalet ve kaynağı belirsiz aşırı cesaret nosyonlu diklenme eklenince, dünyada demokratikleşme adına yapayanlız kalırken yığınlar bundan memnun bir şekilde hayatlarına devam etmekte. Hakikaten sorsanız, çok da kimsenin umurunda değil bunlar, geneli kastediyorum elbet, rahatsız azınlığı kastetmiyorum. Herkes; gazetecilik ve habercilik adı altında gerçekleri gördüğünü düşündüğü Ahaber veya atv gibi kirli kanallardan aldıklarından ve izlediklerinden memnun, sorgulama bile ayrı bir entellektüellik gerektiriyor. Kanallar demişken; tv kanallarını en iyi besleyen kaynak cahil izleyiciler, cehaletle ilgili istatistikler yine bizi şaşırtmıyor; KONDA Araştırma ve Danışmanlık’ın verilerine göre Türkiye’de her üç kişiden biri hiç kitap okumuyor. 2 kişiden biri ise nadiren kitap okuyor, TÜİK 2014-2015 Zaman Kullanımı Araştırmasına göre sosyal yaşam, eğlence, spor, hobi, oyun ve kitle iletişim araçlarına ayrılan faaliyetlerde televizyon yüzde 45,7 ile ilk sıradaydı. Okumaya ayrılan zaman ise sadece yüzde 3,2’ydi. Şimdi bu oran iyice düşmekte takdir edersiniz. Televizyona ayrılan bütçe, sinema, tiyatro ve konser gibi etkinliklere ayrılan bütçenin neredeyse 8 katı olduğunu düşününce bu tezimiz kuvvet kazanmakta. Daha vahim istatistikler ise şöyle; Türkiye İstatistik Kurumu’nun yaptığı kitap okuma alışkanlıklarını da ortaya koyan araştırmanın detaylarını yazdı. Araştırmaya göre, günde 6 saat televizyon izleyen, 3 saat internete giren Türkiye, kitap okumaya sadece 1 dakika ayırıyor. Kitap okumak Türk insanının ihtiyaç listesinde 235. sırada yer alıyor. En fazla kitap okuyan ülkelerin başında yüzde 21 oranıyla İngiltere ve Fransa var. Bun Japonya yüzde 14, Amerika yüzde 12 ve İspanya yüzde 9 ile izliyor. Türkiye, yüzde 0.1 (Binde bir) okuma oranıyla son sıralarda yer alıyor. Okuma alışkanlığında dünyada 86. sıradayız.
Türkiye şartlarında; gazetecilik yapmanın zorluğu hatta biraz da geçici olarak imkansızlığı üstte alıntıladığımız tüm veriler göz önünde bulundurulduğunda daha da açık ve net görünecektir. Şimdilik gazeteciliği; yurt dışı gezilerinde bir uçağa doluşan, ve hakim erkin arkasında ve önünde saf tutan, ve objektiflere acaip gülücükler ve memnuniyetcikler saçan yandaşlığını bile gizlemeyen basın kartlı kişiler ve arkalarındaki basın-medya temsil etmektedir.
Konuyu; kendisine 16 Şubat 2018 tarihinde, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın öngördüğü düzeni ortandan kaldırmaya teşebbüs” suçundan, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilen Ahmet Altanın düşünceleriyle bitireyim. ‘’ Bir gazeteci için “devlet çıkarı” diye bir kavram yoktur, olamaz. “Devlet çıkarını” korumak “devlette çalışanların” işidir. Gazetecilerin işi de gerçekleri açıklamaktır. Toplumlar, gazeteciliği bunun için keşfetmiştir, gizli olanları, saklananları bulup çıkarsınlar, halka anlatsınlar diye. Eğer gazeteciler de devlet görevlileri gibi düşünmeye başlarsa toplumsal işbölümü aksar. Neyin “devletin çıkarına” olduğuna devleti yönetenler sadece kendileri karar vermek ister. Peki ya devleti yönetenler yanlış karar veriyorsa, ya “devlet çıkarına” sandıkları şey aslında devletin ve toplumun çıkarına aykırıysa? Gazeteciler olmadan, gerçekler açıklanmadan bu nasıl anlaşılacak? Bizim ülke, “devletin çıkarı” için gerçekleri saklamayı gazetecilik sanan gazetecilerle dolu, bir de hiç utanmadan bunu övünerek söylediklerini işitiyoruz. “Sana ne devletten?”Sen devletten sorumlu değilsin, sen sadece toplumuna ve mesleğine karşı sorumlusun ve o sorumluluk da gerçekliğine emin olduğun her haberi basmanı emrediyor. Basmadığın, gerçekleri sakladığın zaman toplumun sana olan güvenini kötüye kullanıyorsun demektir, ki bu da seni alçak bir sahtekar yapar. Gazeteciliğin yüzde doksan dokuzu unutulur, yüzde biri hatırlanır.O yüzden, devletle, patronla, en önemlisi okuyucuyla çatışmayı göze alır gerçek gazeteci.Yüzde doksan dokuzunun gerçekleri sakladığı bir mesleğin yüzde biri olmak, karanlık bir odada çakılan bir kibrit gibi olmaktır, herkes seni görür. Karanlıkta yanan bir kibrit, aydınlıkta yanan bir projektörden daha parlaktır.’’
h.s. – 2019 mayıs
(yazım 2019 mayıs ayında, Kaktüs Türkçe Kitap Kulübü aylık toplantısında sunum olarak hazırlanmıştır ve bu yazının sunumu katılımcılara yapılmıştır.)