‘’ 2 saat sonra 5 dakika kadar vaktim var ‘’
Eski dildeki şekliyle ‘’ tekarüb-üz zaman, tekarüb-ül mekan ‘’ sözlerini duyduğumda, bunun müjde içerikli olduğuna kanaat getirmiştim yıllarca. Bu sözler, insanlığın son yıllarına işaret eden bir ‘’ gelecekten haber verme ‘’ydi aslında. Hep bunu olumlu yönleriyle görmeye, anlamaya çalıştım… Ama anlaşılan o ki bu sözlerden maksut, insanlık kendi sonunu hazırlayacak ve kendi cinnetinde boğulacaktı/ belki de!
Adem’in yanına Havva’nın tensip buyurulmasından hemen sonra anlıyoruz ki insan; başka bir insan olmadan yolculuğuna devam edemiyor. Birileri illa olacak. Az kişi tanıyor olsanız, ‘’seyr’’inize kiminle ve nasıl devam edeceğinize karar vermeniz elbette daha kolay; ama sayılar arttıkça deneme-yanılma-hayal kırıklığı da geometrik orantısızlıkla büyümeye başlıyor. Her bir ‘’menzil’’de yeni refakatçi seçmek durumunda kalabiliyorsunuz. Hayat zaten kısa…kaç defa yenilenebilir, kaç defa tercih değişkliği yapabilirsiniz ki!
Yine Arapça’dan geçmedir, ‘’ Ahirzaman ‘’. Epistmoloji, köken felan kasıntılarına girmeden ifade edeyim, bu yaşadığımız zaman bana ‘’ Ahirzaman ‘’ olarak geliyor, inanıyorum buna. Anlamı : Son Zaman… pek çok şeyin sonunu yaşadığımız çok belli değil mi? Veya pek çok şeyi son defa yaşayacak olduğumuz. Ümitsiz değilim elbet, ‘’Sahip’’ten elbet…bir güzellik bir bahar yaşanmadan, dünya finali olmayacak inancındayım. Ama bu zorla olacak gibi… Yani tabiat (doğa) ve hadiseler (olaylar-eşya) kendi sanatçısını kendi imkanlarıyla avaz avaz haykıracak. Zorlamasına bir güzellik güneşi açacaksa ufukta, bu dünyanın belki de son güneşi olacaktır. İnsanların mevcut durumlarına rağmen hem de… Koskoca çölde üç yüz, beş yüz ağaç bulutu çekip çöle yağmur yağdırması misali, eğer olursa herhalde üç yüz, beş yüz hatırına tüm insanlığın son defa yeşermesi için bir Nisan yağmuru salınacaktır, yorgun ve sefil dünyanın alnına.
Laf-ı güzafa pek gerek yok, bu yazıya sebep, bardağımı taşıran son damla oldu. Dünya küreselleşiyordu evet, peki ya insanlar çıldırtıcı yakınlaşmaya karşılık insaniyetleriyle bu tempoya ayak uydurabiliyorlar mıydı? Şimdi seneler oldu, bir arkadaşım vardı. Her gün düzenli belirli bir saatimi verirdim ona. Yanında olmam gerektiğine inandığım gibi, keyif de alıyordum böylesi bir dostluktan. Çok öncelerine dayanıyordu bi tabii dostluğumuz. Sonra işte kaderin de sevkiyle birbirimizden ayrı da düşmüştük ama gayrı düşmemiştik. Veya benim zannım o istikametteydi, korkunç yanılgılar an olur peşimi bırakmazdı. Zor zamanlar geçirmişti, çok imtihanları atlatmıştı. Bu sınavı belki de 4-5 sene sürdü. Neredeyse her attığı adımı takip ediyordum. Maddi tam anlamda olmasa da manevi anlamda birbirimize destek olmaya çalışıyorduk. Kötü gün dostu olmak hem de içten bunu yapmak, hem de severek, evet bu zordu kabul ediyorum.
Bir gün; evet bir gün, insanız ya neticede, çektiğim sıkıntı sebebiyle yön kavramını geçici olarak yitirmeye başladığım bir zaman aralığı oldu. Ve bir can havliyle o arkadaşımı aradım. Cevap vermedi. Günlerce telefonuma da dönmedi. En fazla bulunduğu yerden bana meşgul olduğunu bildiren acemice ve özensizce çekilmiş fotoğraflar yolluyordu. Övünmek için demiyorum, ziyaretin nesi kibire sebep olsun ki hem, ama birkaç defa da kendisini ziyaret etmişliğim de olmuştu. Gidiş dönüş otuz bin km’den bahsediyorum. İlk ziyaretimde, ailecek bulunduğu şartları görünce nefesim kesilmiş, daha önce hissetmediğim bir boğulma hissi yaşamıştım. İyi bir şey yapmış olmanın da tatlı sevincini yaşamıştım.
Dönmedi işte… zamanı olmadı. Sonrasında da geç olmuştu artık. Şiddetli imtihan olmuştum. Allah benim yalnız olarak bunu yaşamamı murad buyurmuştu. Arkadaşımın eskisi kadar da aranıp sorulmaya da ihtiyacı kalmadığından, hayatımdan çıkması gerektiği fikri ağır basıyordu artık bende. Sadece o mu, başkaca güzel insanları da aramıştım… sonuç farklı değildi. Hepsi meşguldü… sonuç benim adıma tam bir muhasebe sebebi olmuştu. Bazılarını sergüzeşt hayatımdan tamamıyla çıkarmıştım… olması gerekli olan buydu. Hak edilenin üstünde bir yönelişin tokadını yemiş eski dildeki ifadesiyle ‘’intibaha’’ gelmiştim. Sonrasında başka birisinin müşkilatı sebebiyle aynı arkadaşıma yine işim düşmüşken, gelen mesaj aldığım kararın ne kadar isabet olduğunu bana ihsas ettirmişti. ‘’ 2 saat sonra 5 dakika vaktim olacak ‘’
Bu yazı müsveddesinin sebebi elbette üstte yaşananlar değil. O zamanlar yaşanan bir anı oldu ve ben her gün vakit ayırmam gerekip de ayırmadıklarımla, her gün vakit ayırmamam gerekip de zamanımı kendilerine teksif ettiklerim arasında kalmıştım. Mazide kalmıştı bu… iyi bir ders olmuştu bana.
Geçen günlerde bulunduğum ülkeye çok uzaktan gelen birisiyle karşılaşmıştık. Kalabalıktı ortam. Bir yerde kahve içme fikriyle aniden bir araya gelmiş, ve fakat ortamda edilen demir ve agrega sohbeti beni sarmamış izin istemiş ve gelen misafire :
” birkaç gün içinde 15 dakika vaktiniz olur mu ” diye sormuş bulunmuştum. Keşke sormasaydım mı! Hayır yok, inan yok demişti… iki yüz otuz adet 15 dakikası vardı ama hiçbirisi bana münasip değildi…
Üç-beş gün beni meşgul eden bir girdabın içinde bulmuştum kendimi, insanın kime 15 dakika vakti olmazdı. Tabii sevdiklerine değildi…ancak yabancıya insanın vakti olmazdı. Zaman ve mekanlar büzülmüş cinnet derecesinde hıza dönüşmüş, gelgelelim insan da bu cinnetten payına düşeninden fazlasını almıştı.
Üst üste geldi her şey sonrasında, son yıllarda üst üste vakit ayıramayan, müthiş meşgul olanların faşizmine maruz kalmıştım. Bir başkasından 10 dakika istediğimi hatırlıyorum, yine kendim için değildi, ama olmamıştı. Ve bir başkası… neydi insanı bu kadar meşgul eden şey acaba? Bence ‘’hiç’’… Çok belliydi bu, ‘’Kader’’ mevhumunun (anlayşının) en ince detaylarına kadar vakıf olmak lazım değildi bunu yorumlayıp anlamaya, mesaj netti : 15 dakikayı, kendisi için değerli olanlara vermemiştim, ve bunun apaçık tokadını yemiştim.
Gültekin Akın şiirinin bir kaç mısrası hücum etmişti beynime
‘’……
Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya
…… ‘’
Sevgi kavramının tekrar sorgulamasıyla başlamış… kardeşlik ve paylaşım olguları üzerinde beynimi yormakla son bulmuştu bu süreç bende. Kavramlar yıpranmamış ama kavramları kendi üzerlerine yüklediğim insanların silüetleri flu’laşmıştı artık. Destansı kardeşlik beklentisi bende, destansı bir hüzne dönüşmüştü. Hele bu ‘’iş’’te kardeşlik yoksa, başkaca da hiçbir de şey yoktu! Entelektüel bir çaba ve büyük bir ürün elde ettiğim fikrinde olmadım ama hayatın her karesi bana bir ders niteliğinde, bu anlaşılıyor. Karşılık üzerine, velev ki zerre kadar dahi olsa bir ilişki bina etmemek lazım. İstememek de lazım sanki… Bu zamanın rezil ilişki düzenine rağmen istememek. Lahuti (manevi) beraberlik sebebi yerine, ‘’Ghetto’’ fikrinin ağır basıyor olması çıkarcı düzenine rağmen. Para gibi kıymeti kendinden menkul olmayan paçavraların biraraya gelmede iştahları kardeşlikten daha da kabartıyor olmasına rağmen. Direnmek… bu nevzuhur faşizme direnmek. Direnmek ve isyan etmek. Neydi o! İsyanı olmayanın ahlakı da yoktu değil mi!
Her şey bir yana, karşılığı kendisinden istendiğinde en eksiksiz verecek olanın, cömert dostluğuna sığınmak fikri müthiş bir haz veriyor bana. O’nun var olması fikri bir yana, O’nun varlığına minnacık olsun üzeri pis dahi olsa bir ayna olma fikri haz sebebi…
Tam bu noktada işte, bu alıntı buraya uygun düştü;
“Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-ı aşk olan Mevlânâ Câmi, kesretten (kalabalıklardan, kalabalıktan, çokluktan) vahdete (Bir’e, Tek’e) yüzleri çevirmek için… ne güzel söylemiş:
‘’
Yalnız Biri iste; başkaları istenmeye değmiyor.
Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor.
Biri talep et; başkaları lâyık değiller.
Biri gör; başkaları her vakit görünmüyorlar, zevâl (yokluk, gizlenme) perdesinde saklanıyorlar.
Biri bil; marifetine (Allah bilgisi) yardım etmeyen başka bilmekler faidesizdir.
Biri söyle; Ona ait olmayan sözler mâlâyâni (boş, yararsız) sayılabilir. ‘’
Aforizma sevmiyorum. Mesaj alıntılı sahibine gönderme gün yüzü görmemiş iki satırdan oluşan didaktik öğretileri sevmediğim gibi. Hepsi itici geliyor. Yazının sonunu da ‘’ siz siz olun, arkadaşı iyi seçin…’’ felan gibi saçma bir nasihati tercih etmeyeceğim. Böyle bir şansınız yok zira… hayat sinüs kosinüs eğrisi; bin altına sahip olduğumuz ama sadece 1 ini kullanmaya iznimizin olduğu, hem aynı anda zengin hem de fakir olduğumuz, dual gerçeklerin her gün her saat birbiriyle çarpıştığı ve/veya sarmaş dolaş olduğu ‘’ garip ‘’ bir yerdeyiz. Aforizmatik mi ele aldım konuyu yoksa… töbe töbe!!!
Ama son güzel bitmeli. Arkadaşı olduğum arkadaşım, kalbiyle dili arasındaki mesafenin çok kısa olduğu Şair Kağan Kök‘ün, henüz dalında duran şiirinin son mısraları bu güzel son’a bir ”hatime” olacaktır.
”….
Elmayı severdim dalında toplamadan çürüdü
İnsanları severdim hepsi bir yerlere gitti
Ya da hiç gelmedi
…’