Bu medeniyeti, hakim olan düzeni sevmediğimi her defasında dile getiriyorum. Ne kadar önemli olmayan şey varsa önemli sınıfına getirmiş. Sen bu düzenin kölesi olmazsan, ne düzene itiraz eden arkadaşların olacaktır, ne düzene başkaldırmış ailelere misafirliklerin olacaktır, ne de düzene asi kaçkınlarla bir buluşman olacaktır. Olmazsa da olur canım diyebileceğin şeylerin gerçekliğine sen değil bu medeniyet karar verir ancak. Sen sadece asi olabilirsin ama onun müsaadesi dairesinde tabi.
İnsanoğlu bakalım bu erkenden kocamış medeniyetle ne zaman hesaplaşacak. Çok ümitliyim gelecek bir jenerasyondan. Onlar belki ‘bohemlik’ içindeki ‘sefih’liğe kendi rızalarıyla dur diyecekler. Yoksa insan bu kadar kendinden uzaklaşmış olduğu halde nasıl ölür gider, toprağa element olmak şeklinde sadece basit katkıyla arkasında bir isim bırakır!
_______________________________________
Bir sene olmuştu Albury’de bir kahve eşliğinde ‘one perfect day’ dinletisine eşlik edeli. Şimdiki rotamız biraz daha güney olmuştu. Bakalım bu güney kasabalarındaki insanlar ne yer ne içerdi. Nasıl görünürler, neler yapardı.
Avustralya, sokaklarında dünya tarihinin derin izlerini yansıtmaktan çok 18. Yüzyıldan itibaren yerleşenlerin hakim kültürlerine göre şekillenmiş bir ülke. ‘Yerliler’ zamanında kazınıp!, ardından kendilerine bir ‘sorry’ emanet edilerek, tüm topraklar baştan başa yeniden imar edilmiş. Ondandır belki şehir ve kasabaların mimarilerinde dahi birden fazla kültür hakim.
Yine aynı arkadaş grubuyla yola çıkmıştık. Ortanca kızım, oğlum ve ben. Niyetimiz sadece iki geceliğine ‘quite zone’ dedikleri şeyi yudumsamak.
Kafamda 9. dereceden 9 bilinmeyenli denklemlere benzer dertlerle yola koyuldum. Çözmeye çalıştıkça bilinmeyenler eksilse de, derece sanki hep aynı kalıyordu. Mücadele ve azim yerine, her şeyi kudret elinde tutan O zattan başkasının sana yardım edemeyeceğini anlayıncaya kadar yoruluyorsun. Sana birileri yardım etmeli, öyle ki senin dertlerinden de senden de, hatta dünyandan da, hayal aleminden, kainattan dahi büyük ve güçlü olsun. Yoksa, iki adamın keyfine ve kutsal ‘schedule’lerine emanet edilecek şey değil benim dertlerim.
KANGAROO VALLEY
Bir yer tuttuk Airbnb’den. Zaten ‘voucher’ da olduğu için bir hayli hesaplı da denk gelmişti. Rotamız ‘Kangaroo Valley’ denilen köy – kasaba kıvamında bir yer. Öyle dağlar arasında olmasa da, ormanlar arasında, tek odalı bir yer kiralamıştık.
Yer değiştirme, yenilenme adına bir fırsat her zaman, iki gecelik dahi olsa. Hiç olmasa dünyanın kendi hareketinden dahi ders almalı insan. Hayvanlarda zaten sorun yok bu noktada. Dünya saniyede 220 km yol katediyor samanyolu galaksisinde. Çünkü kainatın adem-varlık alemleri denilen iki alemi var. Allah’a ait bunlar… Hareket varlığı; durağanlık ve atalet yokluğu besliyor.
Her neyse; yerlerimizi sağlama aldıktan sonra, keşfe koyulduk. Bakalım, kainatın hiç bir şeye tesadüf olmayan tevafukları bana nasıl görünecekti bu seyahatta. Hemen alerjim nüksediyor böyle yerlere gidince. Hotel ve motellere has bir mikrobun olmadığını okudum ama bu bilinmeyen şeyler her defasında beni rahatsız ediyor. Halbuki Allah, dünyada sadece ‘Titanik’ için dahi özel bakteri üretmişti, otel gibi insan ruhunu belirsiz bir şekilde iz’aç eden yerlerin nasıl olmasındı.
Yerleşir yerleşmez, bir Zoom, iki Zoom… orayı da dijital alana dahil etmiştim. ‘YaTutarsa’nın bir bölümü daha çekilmişti hem de göle nazır. Bir de mahrem Zoom’um vardı. Onu da gecenin mahremiyetine emanet etmiştim.
Bowral
İkinci gecenin öncesi; etrafı keşfe çıksak fena olmazdı düşüncesiyle çevre kasabalara attık kendimizi. Kafamdaki bilmem kaç dereceli bilinmeyenler sorunsalları, hiç umduğum gibi azalmamış artmıştı. Hayatımın Kosinüs – Sinüs eğrisinin grafik aralıkları azalıyordu. Tehlike işareti bu. -1 ve +1…
Kasabalar dendiğinde akla gelen ‘kasaba’ kelimesinin üzerine yüklediğiniz anlamla bulduğunuz şeyler doğru orantılı oluyor elbette. Bowral, bir çok gelip geçilen yol üzeri kasaba formatına bağlı kalmış bir şekilde, işlek sadece bir caddesi var. 10 bin kadar insan yaşıyor, ve tahmin edildiği gibi kolonize edilme tarihi 200 yıl.
Artık odaklanma, sükunet ve derinleşme kelimeleri yerine; hızlı hareket etme, daha fazla tüketme, ve alabildiğinde sığlık tercih edildiğinden olacak ki, kasabaların 21.yüzyıl tanıtım tarzına da bu anlayış aynen sirayet ediyor. Tüketiciysen eğer, gezebilirsin de…
Bowral’ın bir çok yerinde, ‘arcade ‘ denilen ‘ye iç israf et ‘ mesajları verilen, tarihi mekan diyebileceğimiz yerlerle donanmış. İçine girince, eğer tarihi mekan kokusundan hoşlanıyorsanız, ve şöyle bir oturayım da buralarda neler olmuş olabilir diye düşünebileceğiniz mekanlar. Tam bunu düşünürken, abuk subuk dükkan tünemelerini de görmezlikten gelmeniz lazım. Telefoncu, doğal şeyler satıcısı gibi.
Yeni bir yere gittiğimde ilk işim şehrin en işlek yerinde, boylu boyunca caddede bir yürümek ve insan tiplerini şöyle bir süzmek. Çok kısa zamanda, en hızlı tecrübenin bu şekilde elde edileceğini düşünüyorum. Şehri, dükkanları koklamak mesela. İnsanların sokakta kendilerine benzemeyenlere selam veriyorlar mı, nasıl bakıyorlar! Garip gelebilir, Yeni Güney Galler’de (NSW) zaten yüze bakma adeti pek yok. İlgili ilgisize selam da haliyle pek olmuyor. Almanya’da tam tersi yüze dik dik bakma gibi bir yaygın tavır olduğundandır ki, selam da pek yaygın.
Bowral’da gezinirken, bir anda bir park alanının rengârenk llelerle süslenmiş olduğunu, bir hayli insanın da içeride gezindiğini gördüm. Zaten yorgun ve sıkılmış görünen yol arkadaşlarımın da bir farklılığa ihityaçları vardı.
İlgili yere yaklaşırken aslında bir ‘’ Lâle Festival ‘’ine geldiğimizi sonradan farkettim. Özensiz bir giriş çadırı ve ‘biletin yoksa giremezsin’i hatırlatan görevilierin arasında alana dahil olduk. Eserden müessire yelken açılıp, yaratılış harikalarında sadece ‘renkler mucizesi’ denizine dalmak için mühteşem bir fırsat. Tohumdan esere bu muhteşem yolculuğun, böyle festivallerin fırsat bilinmesini istemekten çok, girmişken fish&chips kokularından mahrum kalmayın marketingine mahkum bırakılması ne kadar da acı.
Renklerin milyon tonları arasında, ‘eseri böyle olanın kendisi nasıldır acaba’ diyerek tefekkür ufkuna açılmanın tam fırsatıydı ama… ama sosyal medyasına içerik hazırlayanlardan, tripot kuranlardan, eserin arkasında değil de önünde resim çektirip aslında olmayan gülümsemesini objektife verenlerden gına geliyordu insana. Sahi neden hayran olunan eser arkaya alınıp, önünde poz verilir ki! Aslında sen arkaya geçmeli değil misin! Bu ego varya… eşyanın mahiyetini değiştiriyor.
Lâleler arasında dolaştım. Rengârenk. Hiçbir Lâle biribirinin aynı değil… tonajlama yönüyle, hiçbir renk de biribirinin aynı değil. Boyacının fırçasından hikmetler damlıyor, heykeltraşın çekicindeki darbeler ne kadar da itaatkar, önceki bütün çiçekleri bilip aynısını tekrar açtırmayan hafıza ne kadar da geniş ve her şeye hakim. Ya hepsinin biribirne benzeyip aslında hiçbirinin biribiriyle benzeşmemesine ne demeli! Ya peki bu….
- Excuse me! Can you take our photo please?
Yine dağıldım. Odak sorunu bu asrın olmazsa olmazlarından. Kendilerinden telefonlarını aldığım asyalı aile, gülücüklerle birbirlerine sarıldılar. Hayatta sürekli yakalayamadıkları şeyi, ölü bir eserde görmek istediler herhalde diye düşünmeden edemedim. Aslında olmayan deklanşöre bastım defalarca. Geniş açı, dik çekim, bir de şöyle tedbiren de 3-5 defa basayım ekrandaki sözde tuşa. Oldu gibi… telefonun sahibi hemen galeriye girip, çekimdeki marjinal mükemmeliği aradı. Teşekkür etti… Eskiden olsa öyle kolay mı ‘kodak’ın deklanşörüne öyle gelişigüzel basmak, zaten otuz altı poz hakkın var.
Neyse, anladım ki belediye bu festivali Rum suresi 50. Ayetin tefekkür edilmesinden çok, ya gelin işte! her şeye de bir kulp takmayın, gezin, anlamsız dahi olsa tadını çıkarın demek istiyordu. Yoksa ne arar böyle sanat evinde, lahmacuncu, balıkçı, gözlemeci, şapkacı, marmelatçı…!
Yorgunluk çöker gibi olmuştu. Uzaktan bir tını geldi kulaklarıma. Tam festivalin giriş kısmındaki tarihi çan anıtının altına sahne kurulmuştu. Elinde, arkadaşı gitarla tek başına, konuklara Avustralya’nın klasiklerini söylüyordu. 60’larında bir hanımefendi. Küt saçlarının üzerine gözlüğünü konumlandırmış, üzerinde oduncu gömleğini andıran koyu bir giysi, ritim tuttuğu ayağında ortopedik koyu renk spor bir ayakkabı. Seyirci yok gibi… 50 sandalyede üç beş insan, en önde oturan ben.
Hemencecik bu gezimin nasibi, şarkı sözlerine odaklandım. Benim için özel olmasını Allah’tan diledim.
İlk şarkıdan nasibim şu şekilde oldu.
Şarkı İsmi : I Won’t Go Down
Şarkı sözleri : https://www.musixmatch.com/lyrics/The-Waifs/I-Won-t-Go-Down
Çok anlamlı geldi anlayabildiğim yerler. Bulunduğum yerden daha aşağı düşmemeliydim. Ve bir yerde bir dörtlük;
Storm as big as a mountain range – Dağlar büyüklüğünde fırtınalar
Coming down heavy, strange – Ağır ağır geliyor adeta üzerime
Kavga etmeden, daha aşağı inmeyeceğim.
……
Down without a fight – Mücadele edemeden yığıldı
Down without a fight
Avustralya klasiklerine devam ediyordu, nazik hanımefendi. Alacağım bir hayli mesaj daha olmalıydı. Birincisi pek zayıf kalmıştı. Nazikçe selamladım. O da beni… Ardından yeni icrasının akord ayarını yaptı. Ve başladı…
Şarkı İsmi : Chandelier of Stars
Şarkı Sözleri : https://www.azlyrics.com/lyrics/johnwilliamson/chandelierofstars.html
Müthiş bir alegorik anlatımla birlikte, sevginin kainatla mezc edilmiş saf haline göndermeler yapılıyordu, okyanusların çok ötesindeki sevgilime hediye ettim. Ve bir dörtlük:
I’ve got mountains, I’ve got rivers – Dağlarım ve Nehirlerim var
I’ve got a chandelier of stars – Kandilvari yıldızlarım dahi var
Got blossoms on the Bloodwoods –
Friends all ’round the country – Ülkenin her yerinde arkadaşlarım var
And a heart as good as new – ve kalbim elbet
I’ve got everything but nothing without you – Sözde her şeyim var, ama sensiz bunlar hiçbir şey elbette
Allah’ın her işi muhteşemdir. Her şeyi hikmetlidir illa. Dalıp gitmişim. Son nota gitardan vurgu halinde geldiğinde uyandım, neredeyse kimsecikler kalmamıştı. Ellerimi birbirine vurarak entelektüel alkışı yapmaya çalıştım. Fluar ve pipo olmasa da bende, yine teşekkür ettiler.
3. şarkı;
Şarkı İsmi ve sanatçısı: Peachy · Missy Higgins
Şarkının sözleri : https://genius.com/Missy-higgins-peachy-lyrics
Son dörtlük ve nakarat, bana tam bir mesaj niteliğindeydi:
It’s no-one’s fault, it’s nobody’s fault – kimsenin suçu değil
That I fell on you and you on me – biz birbirimize düştük
That’s what humans do as they pass on through – İnsanlar bunu zaten çok yapar
But I think we can’t, don’t you? – Ama biz yapmayalım, öyle değil mi?
[Chorus]
Ah, no, of course you don’t, of course you don’t – yo yo! Gerçekten yapmamalısın, gerçekten
You said life is peachy without me – öyle demiştin, hayatsız bensiz tam bir şeftali gibi
Of course you don’t, of course you don’t
You said life is peachy without me
Ve 4. Şarkı;
bu sefer akord bir hayli farklı bir notaya geçmişti. Uzun uzun uğraştı ve son dinleyeceğim şarkısını söyledi. İşte bu beklediğim şarkıydı :
Şarkı İsmi : The Older I Get
Şarkının sözleri : https://genius.com/Alan-jackson-the-older-i-get-lyrics
Dinledikçe mest oldum…
The older I get – yaşlandıkça adeta,
The more I think – daha çok düşünür oldum
You only get a minute, better live while you’re in it – sadece dakikan var, daha iyi yaşamak adına
‘Cause it’s gone in a blink – Bir anda da yok oluverir
And the older I get
The truer it is – ne kadar doğruysa
It’s the people you love, not the money and stuff – SEVDİĞİNİZ İNSANLAR ÖNEMLİDİR, para eşya değil.
That makes you rich – sevdiğiniz insanlardır asıl zenginlik
…..
Funny how it feels I’m just getting to my best years yet – En iyi yıllarıma yeni ulaştığımı hissetmek ne kadar da komik/eğlenceli
…..
The fewer friends I have – az arkadaşım dahi olsa
But you don’t need a lot when the ones that you got – çok fazlasına gerek olmyacaktır yeterli sayıda sahip olduğunu anladığında
Have always got your back – onlar arkanda dururlar zaten
….
Ayrıldıktan sonra, tatlı bir his bırakmıştı bende bu duyduklarım. Hayat, olaylar, dünya ve eşya her şey yaşlanıyormuş gibi görünüyordu gözüme. İlişkiler, kıymetbahş dostuklar, aileler, çocuklar, güzel anılar, verilen sözler her şey yaşlanıyordu adeta.
Wollongong
Airbnb’den iki geceliğine tuttuğumuz yerden ayrılırken biraz oyalandık hemen vadi eteğindeki gölün kenarında. Arkadaşlarım bana, gölde nasıl taş sektirildiğini sormuşlardı. Ne nostaljik bir şeydi bu. Dostlarım, PS5 veya Tiktok reellerindeki ‘creativity’ yerine, taşın suda sekmesi ilgilerini çekmişti. Şanslıydım o zaman, teşekkür ederim Allahım…
Tam ayrılırken 1 odalı evin sahibiyle karşılaşmıştık. ‘Aussie accent’ fobisi almıştı beni. Allah’tan bu insanlar anlayışlı oluyorlar, size anlatmak yerine sizi anlamayı tercih ediyorlar. Medenilik bu işte! Hoş beşten sonra bir anda açılıverdi, çocouklarım da yanımda. İşte hayat dedi, yaşlandık. Evvelsi yıllar Sydney’deydim, neydi o öyle gürültü patırtı…hır gür trafik. Göçtüm ben de buralara, zaten çocuklar da benden göçmüştü…dedi bir anda. Az hüzünlendi. Bu mimsiz medeniyete asi birisi daha vardı sanki şu ormanlar arasında. Sonra bunun doğallığından bahsetti, sonra durakladı, çocuklarıma dönüp ‘siz terketmeyin’ deyiverdi. Gülüşmeler, selamlamalar, ayrıldık oradan…
Eve dönüş yolu. Nasılsa yol üstü diyerek bence kıymeti kendinden menkul Wollongong minik şehrine de uğrayalım dedik. Sahil şehri veya ne bileyim emeklinin naturel ölümünü bekleyebileceği dingin sessiz şehir belki de burası. Bu şehre geldiğim her vakit üzerimden atamadığım ama bir yandan da tanımlayamadığım, bir rahatsız edici önsezim var.
Kiama denilen yerde, kayalıklar arasında açılan irice bir boşluktan hava akımı ve okyanustan gelen su basıncıyla suyun sıkışıp bir anda büyük bir tazikle havaya sıçramasını ve sıçrama esnasında su damlacıklarının ışıkla olan kırılma danslarını insanlar merakla seyrediyorlar. Bir yılda 1.3 milyon insan ziyaret ediyor burayı… biz de tekrar gittik. Suyun o gün keyfi pek yoktu. Olsun işi bitmiş deniz feneri vardı, o yeterdi onu arkaya atıp önünde resim çektirmeye.
Ardından şehir merkezinde hiç olmazsa bir yürüyüş olsa yaHU diyerek son enerjimizi buna tahsis ettik. İn cin top oynuyor adeta, hissizlik mi, yoksa aşırı sekülerizmin bir şehri yutması mıdır bu bilemedim.
Son Şarkı
Şehri turlarken, bir ‘vintage’ 2.el mağazasına tesadüf ettik. İçeriye dalıverdik hemen. Bir alerjim de eski kitap ve eşyaya karşıdır
. Burada da alerjim tuttu ama sağımı solumu kaşıyarak içerideki genişçe mağazanın reyonlarını turlamaya başladım. Eskiye dair birçok şey satılıyordu; eski ahizeli telefon,
walkman, plaklar, kıyafetler, dergiler, bir paslı at nalı, daha neler neler… Bir aralık eski albüm CD’lerini gördüm. Yüzlerce CD arasından yine onu bulamayacağım diyerek elimi atıp iki CD arasını ayırdığımda onu gördüm. Duyan duymuştu içimden geçeni. Hani şöyle demiyor mu, kalp-beyin-ruh mütehassısı o güzel insan:
‘’ Dua eden adam anlar ki, Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder. ‘’
Alıverdim hemen o 2.el CD’yi.
Dönüş yolunda kafamda 9 bilinmeyenler olmuştu 18, ama derecesi aynıydı 9… Bir umut aldığım CD’yi, çalara taktım. Bateristin giriş notalarını konuştuk çocuklarla.
Her zaman bu kişinin tınısı aynı çarpıcılıkta girerdi melediye
Yorulmuştum, az kalmıştı, yolculuğum bitmişti, ama sü
rgünüm bitmemişti. Phll Collins bir anda o mutena sesiyle liriklerde yürümeye başladı. DO’dan başladığı yerden ‘Sİ’ nin en ince yerlerine gelince haykırıyor, ama yine ‘DO’ da bitiriyordu. Tam bir isyan vardı ses tellerinden geçen hava zerreciklerinde biliyorum… Bana diyordu, ona diyordu, bir şey düşünmedim artık, dinledim sadece :
Well you can tell everyone I’m a down disgrace
Drag my name all over the place
I don’t care anymore
You can tell everybody ’bout the state I’m in
You won’t catch me crying ’cause I just can’t win
I don’t care anymore
I don’t care anymore, d’you hear?
I don’t care what you say
I don’t play the same games you play
‘Cause I’ve been talking to the people
that you call your friends
And it seems to me there’s a means to an end
They don’t care anymore
And as for me I can sit here and bide my time
I got nothing to lose if I speak my mind
I don’t care anymore
I don’t care no more
I don’t care what you say
We never played by the same rules anyway
I won’t be there anymore
Get out of my way
Let me by
I got better things to do with my time
I don’t care anymore
I don’t care anymore
I don’t care anymore
I don’t care anymore
Well, I don’t care now what you say
‘Cause every day I’m feeling fine with myself
And I don’t care now what you say
Hey, I’ll do alright by myself
‘Cause I don’t
‘Cause I remember all the times I tried so hard
And you laughed in my face ’cause you held the cards
I don’t care anymore
And I really ain’t bothered what you think of me
‘Cause all I want of you is just to let me be
I don’t care anymore
Do you hear, I don’t care no more
I don’t care what you say
I never did believe you much anyway
I won’t be there no more
So get out of my way
Let me by
I got better things to do with my time
I don’t care anymore
Do you hear, I don’t care anymore
I don’t care no more
You listening? I don’t care no more
No more
Oh yeah, yeah
Oh yeah, yeah
Oh yeah, yeah
You know I don’t care no more
Don’t care no more
No more, no more, no more
Don’t care no more
No more, no more
No more, no more
No more, no more
No more, no more
No more, no more
No more, no more