Eşya ve insan ilişkisi yazı serisinin bu son kısmı. Bu son yazı fikrinden dolayı ilk iki yazıyı yazmayı tercih ettim. Bundan sonrakiler; Onur’un Sabit olarak devam edecek.
Yıl 2015 olacak, Sydney CBD’de dil kursuna gidiyorum. Yani Amerikalıların Downtown dedikleri yer diyelim buna. Türklerin ‘’ tense ‘’ ve ‘’ grammar ‘’ konularındaki başarılarına gölge düşürmeden ‘’ advance ‘’e başlama aşamasında sertifikamı alıp bitirmiştim kursu. Tam da konuşmaya başlayacaktım ya…neyse! İşte o kurs zamanlarında görmüştüm Onur beyi. Etrafında ilgi uyandıran bir çekim gücü vardı. Bir kantin ortamında, çevresine topladığı bilmem kaç milletten kızlı erkekli gruplara Türk kültür ve geleneklerinden bahsederken bulmuştum onu, başında irice bir Meksika şapkasıyla. Tanışmamız o zamanlara denk gelmez. Ama bir dua etmiştim Allah’a beni onunla tanıştırması için, ve o dua bir süre sonra kabul olmuştu.
Kendisini tanımakla keyif almıştım. Oldukça güzel bir kalbi vardı. Güleryüzü, yardımseverliğinin yanında ikram ve izzeti sevmesi ilk belirgin özelliklerindendi. Sydney ortamında, akvaryumumun suyundan az başımı çıkarıp bu denli bir dostu bulabileceğimi hiç düşünmemiştim. Kendi akvaryum suyumda; aynı suyu paylaşıyor olmamıza rağmen sosyo-ekonomik durumlarım uymadığından kaybettiğim bir çeşit arkadaş sıcaklığını, Onur bey ve birkaç daha arkadaşın atmosferinde bulmuştum. Hani sosyo-ekonomik deyince de şey etmeyin çok! Onların yüzdüğü akvaryumlar daha geniş, su motorları şöyle daha bir cafcaflı ve değişik süslemeler, bitkiler ve çok pahalı malzemeler var o kadar… su aynı su! Ama işte gel gör ben onlara göre hem aptaldım ve dahası dar bir akvaryumda yaşıyordum!
Hızlı bir arkadaşlık başlangıcımız olmamıştı. Hemen kendisini açmamıştı bana. Ortak arkadaş ortamları felan derken bir akşam; Sydney’e geldiğinden beri hiç değiştirmediği evinin onlarca çiçek ve balkon süsleriyle donatılmış, dar bir sokağa bakan balkonunda ilk tanışıklığımız başlamış oldu Onur’la. Küçük bir güvenlik soruşturmasından başarıyla geçmiştim sadece o balkonda, o kadar!
Onur Bey’in, balkonunda çiçek ve organik sebze yetiştirme merakı var. Bu onda ciddi bir rehabilite etkisi yapıyordu besbelli. Bunlardan da önemlisi özü sözü doğru bir insanı görüyordum karşımda. Vakit geçirdikçe, kendisine yaşatılan vefasızlığın izlerini de kendisinde görmeye başlamıştım. O da beklenti kuşağında, umduğunu bulamıyordu. Çokça insanla vakit geçirmiş, çokça iyiliği dokunmuş, bir hayli insanın kalbine dokunmuş ama.. ama işte bunların kendisine geri dönüşü genellikle vefasızlık olmuştu. Hep derim ‘’iyilik yapma’’ eyleminin değer karşılığı olarak ‘’Allah ‘’ı merkez noktaya koymazsan sonuç hep ama hep hüsrandır. Zira, iyiliğin takdir edicisi ve tanım koyanı insan değil ki, hakkını ve karşılığını da insan versin. Her neyse.. sadet dışı konular bunlar şimdi… Onur’la ortak noktalarımız vardı yani!
Onur’un Sabit’i…!
Hatta bu yazıda Onur beyin kişiliğini de yazmak yoktu… Eşya ve insan yazı serimin bu bölümünde bu yazılara ilham olanın o olduğunu söylemek istiyordum sadece. Bir hikayesi var Onur’un.
Sydney’de, insanlar kullanmadıkları eşyaları çoğunlukla özenle bazen de özensiz dışarıya bırakırlar. Normalde Yeni Güney Galler eyaleti her eve yılda iki defa; gruplandırılmış eşyalarınızı evinizin önüne bırakma ve dolayısıyla da belediyenin de dev dev araçlarıyla aldırma hakkı vermiştir. Telefonla belediyeyi arar, tarih alırsınız. Bunun istisnalarını da görmek mümkündür. İnsanlar bazen; ev önlerine, ağaç diplerine, çöp konteynır etraflarına kulanmadıkları eşyalarını bırakırlar. Sabırla bekleyen, azimli birisi bu eşyalarla sıfırdan bir evi döşeyebilir dersem abartmış olmam.
Yine Sydney’de günlerden bir gün, Onur bey her zamanki yorgun argın çalışma dönüşlerinden birisinde demirden çöp konteynırlarının arasında karaltı içinde irice bir ‘’parıltı‘’ görür. Bu parıltıya yaklaştığında, boynu bükük bir vaziyette üstü başı kirlenmiş halde terk edilmiş irice bir peluş ayıcık bulur. Ayıcık çöp konteynırlarına yaslanık vaziyette terk edilmiştir. İlk göz teması kurmasıyla, hiç düşünmeden onu kucaklaması bir olur. Alır bir güzel temizler, yıkar adeta… sağını solunu onarır. Evin baş köşesine konumlandırır onu. Fakat bu sahiplenme bir ev dekoru şeklinde olmaz. Evin ve Onur’un hayatının yeni sakinlerindendir artık. Bundan sonra yıllara baliğ bir beraberlik başlar.
Şımarıklık veya doyumsuzluktan veya ne bileyim, yaşına artık yakıştıramadığından belki ayıcığını dışarıya atan o meçhul çocuğa inat; ayıcık önceki sahibinden daha çok ilgi görür. Onur Bey seyahatler yapar onunla, şehir şehir gezerler; kamplara, doğum günü partilerine ve festivallere götürür Sabit’i. Ayıcığın yüzü güler mi? Güler mi güler…! Eşyanın yüzü güler. Bu arada evet ismi de Sabittir. Bir de ona İnstagram hesabı açar, iyice bir kimliğe büründürür. ‘Sabit Kiakaha’ olur ismiyle cismiyle. Cam kenarında koltuğu hazırdır artık, kamp sandalyesi eksik olmaz… Bazen de Onur’un sevdiği arkadaşlarının yanında otururken bulursunuz Sabit’i…
Çok sevdiğim muhterem kişiden bir gün ‘eşyanın da ruhu’ olduğunu duymuştum. Şaşkınlığım bu işin olamayacağına değildi elbet, olabilirliğini noter tasdikli adeta yetkin bir ağızdan yakalamıştım. Önceleri acaba kınanır mıyım dediğim bu fikrimin doğru olduğunu, açıktan dile getirmenin de artık bir sakıncası olmadığına kanaat getirmiştim. Akademisyen Semih bey’in ‘Avustralya’nın Yerlileri’ni anlatan doktora tez çalışmasından bazı kısımlarını paylaşırken; Aborjinlerin binlerce yıllık inanç manzumesinin içinde, yeryüzünde her yer kaplayan eşyanın bir ruhu vardır anlayışının hakim olduğundan bahsetmişti. Yani evet…!
Evet, eşyanın da bir ruhu vardı ve bu ruhun da sahibiyle bir ilişkisi vardı. Ruhun ruhla ilişkisi vardı. Bediüzzamanın kaşık hatırası vardır. Tahta kaşığı vardır. Yıllarca kullanmıştır. Kırılır bir gün. Tamir ettirmesi için talebesine verir. Talebesi de, bir güzellik yapayım diyerek ‘tahta kaşığı’ çöpe atar ve Bediüzzaman’a yenisini alıp getirir. İltifat ve takdir göreceğini düşünen talebe ‘itab’ görür. Bediüzzaman, yeni kaşığı eliyle iter ve gidip çöpten eskisinin getirilmesini rica eder. Gidilir çöpten bulunur, tamir ettirilir ve geri sahibine teslim edilir tahta kaşık. Eserleri okunurken beyin cidarlarını zorlayan, kainatı bir sanatçı gibi harf harf okuyan Bediüzzaman, kaşığı için sonrasında şunu demiştir. ‘’ O kaşık bana yıllarca hizmet etti ‘’. Bediüzzamanın eşyalarının sergilendiği Isparta’daki müzeye gittiğimde, kendisine yıllarca hizmet eden eşyalarını görmüştüm. Eşyalarından her halinden o güzel ruhla ilişkileri akıyordu. Tabir yerindeyse, eşyalar sonuna kadar hizmetlerini etmişti. Dışarıdakine göreyse dökülüyordu sergidekiler. Ama hakikatte o eşyalar, iş ve görevlerini tamamıyla yapmış şimdi de resm-i geçitte sergileniyordu.
Sokaklardaki Terkedilmişlik
Onur’un, eşyaya karşı bu onurlu duruşu bende hiç göremediğim bir alana bakışımı kaydırmıştı. Yürümek ve terk edilmiş eşyaların hazin hallerini görmek, fotoğraflamak. Onların üzerinde saatlerce düşünmek. Eşya – insan ilişkisindeki pespayeliğe hayıflanmak. Önceki yazıda da geçmişti. İnsanın insancıl olmasında etkin sebeplerden birisi hiç şüphesiz insanın eşyayla olan ilişkisidir. Gelinen nokta itibariyle, eşya insana hizmete yetişememektedir. İnsana kendini bir türlü devamlı olarak sevdirememektedir. İnsanın eşyaya yüklediği tek anlam, kullanmak – tüketmek – atmak şeklindeki şeytan üçgeninden ibaret.
Eşya artık insanı mutlu edememektedir. Başta yüzüne gülünen eşya, kendini nihayi olarak pis bir çöplüğün içinde bulmaktadır. İnsanın, insanlarla olan ilişkisine ne kadar da benziyor değil mi! Eşyanın üzerindeki menfaat janjan’ı, aynı şekilde ilişkilerde de bir tercih sebebi olmuyor mu? Mesafelerin bu kadar kısaldığı bir zamanda, insanların daha da çok yalnızlaşması da buna işaret sayılmaz mı? Dünyada bilim otoritelerinin tanımladığı bir hastalık var, yalnızlık…
Haz ve acı algısı altüst edilen insanın, buzdolabı, ekranlar ve çimentodan başka hazza konstanstre olamayanların, sosyal olması düşünülebilir mi ki? Görünenin dışında hiç bir şeye kıymet biçemeyen insan. Görmediğine inanmayan. Aklı gözüne, kalbi midesine kaptırılmış zavallı. Kendine hizmet etmeyen kim olursa olsun, üstünü çizen. Bırakın eski -izm’leri… artık yeni bohemce -izm’lere hazırlanın. Şimdiki dünya düzeninde, mevcut insan profilinde, Makyevalizm bile kan ağlar. Pragmatizm deseniz o tekrar tanımlanmak zorunda, zira eski tanımı içerisinde kalırsa, eskilerin hırsı şimdikilerin yanında ‘yunmuş yıkanmış’ kalır.
İşte Onur dost’un aklımda yaktığı ışıkla, geçtiğim-yürüdüğüm yollarda nazarıma ilişen eşyalara lakayt kalamamıştım. Nelere ve nelere rastlamıştım. Bir keresinde Liverpool istasyonun yolculara kapalı demir parmaklıklarının ardında, ancak bir avuca sığacak büyüklükte, suratınn üzerine düşmüş dışı yünlü sarı renkte bir oyuncak ördek buldum. Üstü başı kirlenmiş, yağmurda iyice ıslanmış, fakat ‘ben hala iş görürüm’ diyen bir duruşu olan bir oyuncak. Aldım, ders yaptığım sınıfıma götürdüm. Çocukların dikkatini çekmişti. Hikayesini azıcık anlattığımda, hüzün duydular. İçlerinden en duygusal ve iç dünyası dış dünyasından daha geniş talebelerimden Berika hanım, ördekçiği alıverdi. Evde bir güzel yıkayıp, temizleyip bir de yüzünü güldürüp sınıfa geri getirdi. Şimdi hâlâ sınıfın baş köşesinde… Bir oyuncağın hayatını kurtarmıştık, ve kendilerinden çok ümitli olduğum ‘alpha’ kuşağı da buna şahit olmuştu. Bunlar da ‘ümit tomurcuklarımız’ olmayacak idiyse artık kaç jenerasyon kalmıştı ki kendilerine ümit römorkumuzu takabileceğimiz.
Başka günler, bir çok defa kalem buldum sokaklarda. Bir kısmını, temizledim, onardım. Hatta birkaçını koleksiyonuma ‘ sokaktan gelme ama onurlu bir kalem ‘ kaydıyla ekledim. Cross marka kalemlerimin Parker’larla omuz omuza verip ‘kem küm’ edeceklerini bilerek tabii.