Medeniyet kelimesinin, Bediüzzamanın tabirlerinde ‘mim’siz olarak geçmesi sık sık aklıma geliyor. M harfi olmayan medeniyet. Yani ‘edeniyet’. Hiçbir zaman bizim dünyamız, benim dünyam demedim zaten bu medeniyete, benim olmadı hiç! Hadi yallah felan yere diyenleri duyar gibiyim. Genelde ahmak insanların dilindeki bu sesleniş ifadesini, medeniyeti sanki bir ülkenin yaşayış ve siyasi idaresi şeklinde anlayanların dilinden duymak her zaman olasıdır. Ama değil işte! Medeniyet güneştir… hem de herkesin üstüne açan. Bazen Campanella’nın ütopyasında bulursunuz bu güneşi; bazen de Tanrıların Arabalarında, bazen Sokratesin Avazında, bazen kutsal kitap metinlerinde, bazen Kur’anın diriltici ikliminde, bazen Peygamberlerin dilinde, bazen medeniyet manifestosunu kısa süreliğine yaşamış dört büyük uygarlıkta …!
Romatoit Atrit Ray Sendromu
Sydney trenleri adeta bir romatizmal hasta formatındadır. Hani nasıl romatizmal hastalar yağıştan etkilenir de hareket serbestiyeti bir süreliğine kısıtlanır, yürüyemez hatta keyifsiz olur. İşte bizim Sydneyin trenleri aynen böyle… ufacık bir yağışta tüm hatlar kilitleniverir.
Sydney’in aylara göre yıllık yağış haritası doğaldır ki dünyanın tersine işliyor. En çok yağış aldığı aylar Nisan ve Haziran oldu 2024 yılında. ‘Nisan yağmurları’ tabiri, Avustralya dışındaki ülkeleri için ilkbahar habercisi; ilhama ve estetiğe açık ruhlara fırsat bu fırsat dedirten ilkbaharın tefekkürlük sahnelerinin bir sebebi. Adı üstünde ‘Nisan Yağmuru’. Cemrenin düşmesine bir de katkım olsun, etraf şöyle çemenzâr olsun diyen, sanki ruhu okşuyor hissi veren yağmurun çisenti hâli. Yağmur zaten ‘rahmet’tir. Hem de her damlası meleklerin adeta sırtında bin hikmet ve görevle yeryüzüne ‘rahmet’in tenezzül buyurmasının ismidir. Ama Sydney’de bu Nisan yağmuru baharda değil sonbaharda yağıyor.
Sydney’in son 15 yıllık yağış haritasına bakıldığında son 4 yıl, en çok yağışın olduğu kaydı görülür. Bu da rahatlıkla şu demektir ki, Sydney trenlerinde son 4 yıl müthiş bir gecikme, erteleme, kaos olmuş. Toplu taşıma araçarındaki gecikmelere sebep olarak kelebek etkisi bilimselliğini öne sürmek yeterli olabilir. Bir basit ihmalle zamanlamasını yitirmiş araç; diğer ilgisiz araçları ve içindekilerin tamamını etkileyebiliyor. Birisi raya atmış kendini, birisi fenalaşmış vagonun birisinde, sinyalizasyon şeysi var bir istasyonda, birisi hacklemiş falanca yerdeki sistemleri,… siz de beklemeye başlıyorsunuz. Önemli ya da önemsiz gideceğiniz yer bundan nasibini alıyor. Tüm saydıklarım bir yana, hâlâ birkaç yağmur damlasının koca koca demir yığınlarının üstünde gittiği çelik raylara etkisini anlamış değilim. Olsa olsa, seziye ve eklem duyarlılığına bağlı Romatoit Atrit Ray Sendromu ismi verilebilir buna. Yabancısı değilim, bilirim fecidir bu Romatoit şeysi.
Daha önce de bahsetmiştim; ‘aman bana bir haller oldu, ben fena oldum az gııı!’ diyen bir yolcu, benzerlerine az rastlanır kelebek etkisiyle bütün ilgili ilgisiz hatları kilitleyecek bir güçtedir. Hatta şahit olmuşluğum da vardır bazılarına. Bu medenilik ve insan hakları konusunda aşırı odaklanma doğaldır ki odağı bazen şaşırtabiliyor. Bu da o cinsten işte. İlk yardımla insanlara hızlıca müdahele edip, belki daha acil olabilecek durumdaki bir yolcuyu mağdur etmeme gibi bir şey yok, öyle bir ölçüm de yok. Kimseye sormuyorlar zaten, nasılsın, nereye gidiyorsun, nereden geliyorsun, necisin! diye. Tren duruyor… bazen bir saat öyle bekliyor.
Gel Ne Olursa Olsun Gel!
Bu satırları Sydney’in vapurlarının birisinde yazıyorum. Vapur bir o yana bir bu yana salınıyor. Keşke üzerimdeki yükleri de atabilse bu salınım. Yok. Ben nereye gidersem, o içteki yükler hep benle. Vapur sakinleri, başka toplu taşıma sakinlerine oranla bir ölçek daha medenî üstünlük göstergesi sunuyor. Sallıyor ya! ondan olacak herhalde, insanlarda mayışma ve uyuşma hasıl ediyor olabilir. Denizci arkadaşım, Sydney’dki bu vapurları son derece modern ve ihtiyaçları karşılayacak yeterlikte bulmuştu.
Vapurdaki internet bağlantısı için, ilgili ayarları yapar yapmaz, internet hizmeti veren kurumun sayfası geldi ‘laptop’umun ana ekranına. Çalışacak adam arıyorlar fellik fellik. Otobüslerde, trenlerde… vapurda gel personelimiz ol, huzura kavuş kâbilinden marketing aldatmacaları var. Geçenlerde bir arkadaşım bahsetti. Bir şeylerini kaybetmiş toplu taşımada. O da bu işin merkezine gitmiş. ‘Lost Property’e. Kaybettiği şeyi tarif ederken, adamlar gözüne kestirmişler bizimkisini. Yaw demişler bırak şimdi yitiğini felan, gel seni kadromuza katalım. Bakmış arkadaş olacak gibi değil. Ya verin şu kaybettiğim şeyi ben çıkayım diyecek olmuşsa da, adamlar ‘ bak vallahi bırakmayız! Bari bu formu al, doldur bir kenarda kalsın, ola ki bir gün broşürlerdeki dişleri ve bedenleri düzgün, gülümsemesi güneş etkisi yapan kadromuza dahi olmak istersin.’ ısrarlarıyla, koltuk altına sıkıştırılan ahretlik sorularla dolu bir tomar kağıtla dışarı ancak atıvermiş kendisini.
Çalışma şartlarının pek de parlak olmadığına dair pek çok şey duydum. Saatlik ücretlerinden bahsediyorum canım! İnsan için daha önemli ne olabilir ki bu zamanda paradan ve onun satın aldığı şeylerden başka! Para; babayı babalığından anayı analığından eder; çocuğu da çocukluğundan, kadını kadınlığından, erkeği erkekliğinden… Mahiyetlerini altüst eder. Müfredat münasebetli ilkokul öğrencime sormuştum bir keresinde de: ‘ Nedir hayallerinden birisi gelecekte? ‘ Düşünmeden cevap verdi: ‘Hızlıca çocuk bakıcılığı işinden başlamak istiyorum. Hemen para kazanmalıyım! ’ dedi. Şaşkınlığımı hızlıca belli eden birisiyim, o da anladı. Ama aldırış etmeden devam etti : ‘ en erken kaç yaşında işe başlayabilirim! Kanun ne der ki bununla ilgili! ‘
Sistemler, nizamlar, uygarlıklar, modern bilim, modernite, popüler kültür felan fülan… hepsi gençlerin zihnini, önemsiz şeyleri önemliymiş illüzyonuyla kirletti. Kirleten kendisi, acilen tedavi etmek isteyen de…! Medeni ve çağdaş düzen yanılsamaları işte.
Sitem Etme Aşkıma
Bu kadar eleştirdiğime bakmayın, eleştiriden bazen olur ki görünmeyen o güzellik ortaya çıkar. Eleştirilmeyen veya eleştirilemeyen sistemlerin insanlara ne yaptıklarını apaçık izliyoruz. Burada ben Sydney trenlerinden bahsediyorum ve dolayısıyla göndermeler yapıyorum. Yoksa; 800 bebeğin hapishanede büyüyor olmasını vicdanında hiç ağırlık olarak hissetmeyen, bırakın düşünceyi rüyayı bile suç görüp; hakim gücün fikrinin aksindeki insanlara akılalmaz işkenceler yapan, insan hakları noktasında her yıl sınıfta kalan, gazetecisi akademisyeni, her nevi entelektüeli korkuyla bulunduğu topraktan kaçmaya çalışan; sakinlerinin, içi bomboş devlet ve vatan mavallarıyla uyuşuk hale getirilmiş, ne zulme ne de adaletsizliğe tek kelime ses çıkarmayı bırakın, haşlandıkları ateşleri kutsayan; on beş bin kilometre uzaklıktaki, Göbeklitepe üzerine kurulu, bir kısmı Mezopotomya’ya, bir kısmı Levant’a, bir kısmı Kapadokya’ya ait ve üzerinde bir zamanlar yüzlerce farklı faklı seçkin insan topluluklarının ve uygarlıklarının yaşadığı, geçmişi necip toprakların dünyaya saçtığı fitneyle mukayese kabul etmeyecek kadar Sydney toprakları, üzerinde yaşadığı insanların yüzlerine tebessümler kondurmaktadır.
O ülkede halen yaşayan, kendi arkadaşım anlatmıştı:
‘ Ben savunmamı yaparken, savcı telefonunda oyun oynuyordu. ‘ Karar mı!
Neyse…!
İnsan manzaralarına hazır olun şimdi.